Translate

16 Nisan 2020 Perşembe

Üzgünüz size ulaşamadık

Yönetmen: Ken Loach
Orjinal Adı: Sorry We Missed You
Yapım Yılı: 2019

Kendinin patronu olma hikayesi ile bir kargo şirketinde dağıtıcılığa başlayan Ricky'nin, modern işçi sınıfının kentlere sıkışmış aile hayatından kesitler. Hikayenin, oğulları Seb'in bu kısır döngüye varoluşsal olarak karşı çıkışı ile mevcut ‘kişisel zamanın sahibi’ olma iddiasındaki sistemi sorgulayıcı hale gelişi. Aile bağları ile kentlerin üzerimize yıktığı sorumlulukların çatışmasını Ken Loach'un gerçekçi perspektifi ile izlemek isteyenler için.


Tür: Dram
Yazar: Paul Laverty
Kast: Kris Hitchen, Debbie Honeywood

Imdb: 7.6


Yalçın Savuran'ın notları:

Sabah 5.30 uyandım. Henüz karanlık. Ken Loach’ın ‘Üzgünüz Size Ulaşamadık’ filmine hazırlanıyorum. Görüntüden fotoğraflar alıyorum, düşünüyorum, okumalar yapıyorum, ürperiyorum, üşüyorum.
Film bir ailenin içine düştüğü zor durum üzerinden müthiş bir sistem eleştirisi yapıyor. Ne kadar çabalarlarsa o kadar sistem onları içine çekiyor, sürüklenip gidiyorlar. Halbuki insanın üretmeye, yaratmaya, dokunmaya, sevmeye, sevilmeye, iletişim kurmaya yani kısacası vücut ısısını korumaya ihtiyacı vardır. Sistem bunları çoktan askıya almıştır çünkü insani değildir. Oysa şimdi sistem askıya alındı, kendi küçük derdi büyük bir virüs tarafından. Bundan sonraki düzende nasıl bir maya tutturacağız. Bu bela ortadan kalktığında yine eski davranışlarımıza mı döneceğiz yoksa bu ara dönem bize yeni düşünce biçimleri mi sağlayacak. Bu sürecin ilk maddesi Hayatta Kalmak ama kalırken akıl sağlığımızı da koruyarak hayatta kalmak. İki yıldır et ve türevlerinden vazgeçmiştim. Ne iyi etmişim şimdi anlıyorum. Hem etik hem de sağlıklı beslenmek adına olan bir karışımdı ilk etapta. Şimdi etik kaldı, sağlığım iyi. Esra benden önce kavradı durumu, benim şansım oldu. Hayvan Özgürleşmesi kitabını yeni okudum. Hep geç kalmışlığa oynamamak lazım, maya çalmak, maya tutturmak önemli. Hayat seçmek zorunda olduklarımız ve seçtiklerimizle ilerliyor.
Esra’nın anlattığı bir şey bu sabah yine beni üzerinde düşünmeye itti. Londra’da yaşayan bir arkadaşı annesinin ağır hasta olduğu haberini alır ve onu görmeye gelir. Kısa bir süre sonra anne ölür. Arkadaşı annesinin eviyle başbaşa kalır. Mutfak dolapları erzak doludur, bakliyatlar, un, tuz, şeker aklınıza ne gelirse. Dolaplar çoğu giyilmemiş, belki de çok az giyilmiş eşya doludur. Ama O evden yalnızca annesinin son yaptığı yoğurttan aldığı maya ve bir saksı çiçekle çıkar. Esra bunu bana anlattığında gözlerim doldu, tüylerim ürperdi. Belki çok sembolik ama o yoğurt mayası ve çiçek ölüme rağmen, yeniden üretmeye, yeniden çoğaltmaya, yaşama tutunmaya dair içinde anlatılamayan ne çok şey barındırıyor.
Hava aydınlandı, kadraj dışında sandalye üzerinde bir kedi uyuyor, nefes alıp verdiğini hissediyorum, karnında bebeleri var, hayat devam ediyor...

Öne Çıkanlar:

Gerçekten zamanımızın sahibi biz miyiz?
İşveren-İşçi ilişkisinin başladığı günden bu yana -ki 10 bin yıla dayanır- beklentilerimiz karşılığında aslında zamanımızı kiraya veriyoruz. Bu sadece kapitalizmle açıklanabilecek bir sorun da değil. Kapitalizm sadece ihtiyaç duymadığımz şeylere sahip olma azmimizi arttıran bir yanılsama makinesi. Rick gibi "zamanının sahibi sen olacaksın, istediğinde çalışacaksın" vadi ile kendi işimizi kurduğumuzu sansak bile, aslında hepimiz kiralık makinelere dönüşüveriyoruz. Gümümüz için de aç kalmamak için daha iyi bir sistem önerisi (en azından büyük kitleler için) yok. Önceliklerimizin ne olduğuna karar verebilirsek ve hayat ile bağlarımızı netleştirebilirsek ancak bu sorunu kısmen dengeleyebiliyoruz.

Ender Şenkaya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Film hakkındaki izlenimlerim...