Yönetmen: Kaouther Ben Hania İngilizce Adı: The Man Who Sold His Skin
Yapım Yılı: 2023
Ülkesi Suriye'nn baskıcı rejimi altında hayatta kalma şansı olmayan Sam Ali,
çareyi sevdiği kadını geride bırakma pahasına Lübnan'a kaçmakta bulur.
Göçmen olarak yaşadığı bu yeni yerde, beklenmedik bir fırsat Avrupa'da
yaşamaya başlayan sevgilisini görebilmesinin yolu açar. Ancak bunun için
ağır bir bedel ödemesi gerekmektedir.
Tür: Dram
Yazar: Kaouther Ben Hania
Kast: Yahya Mahayni, Dea Liane, Monica Belluci
Öne Çıkanlar:
Yerleşik hayata geçişin insan doğasına ne kadar uygun olduğu daha çok
tartışılması gereken bir konu. Tarım toplumuna geçiş ile
evcilleştirilenin tahıllar mı yoksa insanın özgür doğası mı olduğu,
aslına bakarsanız bir müddettir toplumbilimden antropolojiye ve
paleantolojiye kadar bilim dallarında kafa yoranların son dönemde daha
sık sora geldikleri bir soru olmaya başladı. Buna karşılık, seyahat
etmenin bile insan doğasına aykırı olduğunu iddia edenler de yok değil.
Sorunun temeli halen "insan doğası" dediğimiz şeyin genel kabul görecek
bir tanıma oturtulamamış olmasında yatıyor olmalı. Bu tartışmanın
ötesinde, göç olgusu insanlık tarihinin akışını değiştiren olaylar
arasında şüphesiz en önde geleni.
Afrika'dan çıkış öykümüzden başlayıp, Arilerin kuzeyde bir yerlerden akarak Hindistan ve
İran üzerinden Mezopotamya yerleşmeleri, "deniz insanları" Hiksosların
Akdeniz'den gelip o günkü Mısır, Anadolu ve Mezopotamya'nın en kudretli
imparatorluklarını alt etmeleri, Orta Asya'dan çıkan savaşçı kavimlerin
neredeyse Avrupa'nın ortalarına kadar yürüyüşleri ve Germen kabilelerin
yüzyıllar boyu mücadele edip yenilmez Roma'yı dize getirişleri gibi
sayısız tarihi dönüm noktasının ardında göç olgusu yatıyor. İlk
dönemlerde iklim ve coğrafi değişimler kaynaklı kıtlık önemli rol
oynamış olsa da, bugün göçlerini tetikleyen en önemli unsurlar, iç
savaşlar, etnik çatışmalar ve yine kıtlık olarak ortaya çıkmakta. Göçün
yönü ise tarih boyu hiç değişmiyor; yokluktan varsıllığa. Kaybedecek bir
şeyi kalmamış insanlar önünde, görece uygar yaşayan refah toplumları çok
uzun süre dayanamayabiliyor. Bu tarihsel gerçek, bugünün "uygar" olarak
adlandırdığımız ülkelerini de göçe dayalı hareketliği geri kalmış tampon
ülkeler yolu ile sınırlandırma politikalarına itiyor. İnsan haklarının
gündemde hiç olmadığı çağlarda bile işlememiş bu politikalrın, bugünün
dünyasında nasıl hayata geçirileceği şüphe götürür bir konu.
Sam Ali'nin hikayesi de yine dünyanın etnik olarak en ayrışmış bölgelerinden birinde, despotik yönetim altındaki Suriye'de başlıyor.
Sevdiği kadını geride bırakmak pahasına despot rejimin baskısından çıkış
yolunu yine bir zamanların iç savaş yorgunu Lübnan'a kaçışta bulan
Ali'nin, karşısına sevgilisine kavuşabileceği bir fırsat çıktığında, bunu değerlendirmek
için çok tereddüt etmeyceği ortadadır. Hikayenin bu bölümünün Lübnan'da
kurgulanmış olması tesadüf olmasa gerek. İç savaş sırasında büyük bölümü
yıkılmış kentlerde eğlence hayatının kesilmeksizin sürdüğü Beyrut gibi kentlerde, sürekli
ölüm korkusuyla yaşayan insanlarda bir yerden sonra "gelecek" ümidi
kalmadığında kaygı eşiği de aşıldığından olsa gerek, her gün "son gün"
olarak yaşanmaya başlayabiliyor. O zaman da tüm eğlence hayatı büyük bir
enerjinin boşalmasıyla ve coşkusuyla devam edebiliyordu orada bulunduğum
dönemde. Sanatla bağını koparmadan devam edebilme hünerinin devam ettiği
Beyrut'un gece hayatında, sıradışı Batılı bir sanatçı ile karşılaşan Sam Ali'nin
de kaderi değişiyor.
Sırtının bir kanvas olarak kullanılması ve üzerine işlenecek sanat
eserinin Avrupa'da sergilenmesi karşılığında milyonlarca doalrlık bir
anlaşma önüne sürülen Sam Ali, sevdiği kadın Abeer'i de Avrupa'da
görecek olma umuduyla detaylara takılmadan sözleşmeyi imzalıyor.
İmzalanan söleşmenin hukuki geçerliliği, ömür boyu sürecek oluşu, kişilik
hakları ve "sanat eseri"nin satış ve tekrar satış haklarını da içermesi
nedeniyle belki hukukçularca tartışılabilir konu olsa da filmin ana
temasında çok marjinal bir etkiye sahip. Yönetmen ve yazar Ben Hania'nın
dikkat çekmek istediği asıl konunun insanlarının çaresizliklerinin kar
getirici bir ürüne dönüştürülmesinin etik tarafı olduğu ve bu yönüyle
kapitalizmin bir şekilde "lanetlenmesi" olduğu anlaşılyor. Eski dünyanın emperyal güçlerin boşalttığı ve yeni dünyanın emperyal güçleri
tarafından doldurulan vakumun içindeki çaresizliğin sömürüsü seyirciyi
filmin içine çekecek şekilde kugulanmış. Uygarlık olarak adlandırdığımız sürecin doğum yeri olan topraklarının günümüz ssakinlerinin, bu uygarlıkları yok eden "deniz kavimeri"nin geldiği Batı'da insanca yaşam aramaları tarihin bir ironisi olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde insan bedeninin "meta" haline getirilebileceği fikri çoktan kanıksanmış durumda. Sam Ali'nin çaresizliği üzerinden yaptığımız empatiyi, örneğin çok benzer anlaşmalar yapan (sembolik olarak ) bir Gucci top-modeli ile kurmadğımız gibi, bilakis top-modellere öykünenlerimiz bile olabiliyor. Bu hali ile "lanetlediğimiz"emperyalizm aslında hiç de ikiyüzlü değil; kar ürettiği sürece sömürülenin etnisitesi, dini ve kimliği farketmiyor onun için. Kim bilir, belki de bu yüzden Ben Hania filminin tüm kahramanlarını etnisite, din ve mezhep yönünden steril şekilde sunuyor seyirciye. Hiçbir karamanın - ara sıra karşımıza çıkan tavuskuşu semboller dışında- kimlikleri hakkında fikir sahibi olmamaıza izin vermiyor. Sadece ezilenler ve ezenler var ve filmde Sam Ali'nin derisi üzerine işlenen sanat eserinin aslında bir Schengen vizesi olması çok vurucu şekilde sorunun bu yönünü ortaya çıkarıyor. Antik Yunan'ın tanımıyla Barbarlara (yani şehirden olmayanlara) kapatılan "uygarlık" kapılarının sembolü olan Schengen vizesi, günümüzün ayrımcı dünyasının da temel göstergelerinden birisi haline gelmiş durumda. Ayrımcılığın bu en büyük sembolünün en vurucu şekilde hayat bulacağı yer de bir sığınmacının derisi olabilirdi ancak. Sam Ali'nin sırtındaki "sanat eserini" görmeye gelen öğrencilere öğretmenlerinin "Schengen vizesi olmayanların Avrupa'ya giremeyecekleri"ni mağrur şekilde anlattığı sahnede, Avrupa'nın "uygar" kültürünün bu ayrımcılığı nasıl küçük yaşlardan itibaren "normalleştirdiğini" de görüyoruz.
Sözleşme gereği, üzerinde taşıdığı sanat eseri ile birlikte satılan, açık arttırmalara çıkarılan Sam Ali'nin bir noktada kaçınılmaz "patlayışa" sürüklenmesi de hiç şaşırtıcı değil. Bu patlayışın "vücut bütünlüğünü yok ederek cezalandırma" yöntemi olan "canlı bomba"ları anımsatır öğeler içerecek şekilde yapılması da, sömürülen ve sömüren arasındaki kökensel mücadelenin, ödenecek bedeller ne kadar büyük olursa olsun bitmeyeceğinin bir mesajı olarak önümüze seriliyor. Sam Ali'nin de varacağı sonuç gerçek özgürlüğün belki de sadece "ölümle" beraber geleceği oluyor.
Ender Şenkaya
Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Film hakkındaki izlenimlerim...