Translate

5 Ekim 2022 Çarşamba

Serseri Aşıklar


Yönetmen:  
Jean-Luc Godard

İngilizce Adı: Breathless 

Yapım Yılı: 1960

Hayatını herhangi bir bağlanma halinden azade olarak, küçük otomobil hırsızlıkları ile kazanan Michel, ilk kez bir bağ hissettiği Amerikalı öğrenci Patricia ile buluşmaya giderken, bir polisi öldürünce, iki genç insan kendilerini varoluşu sorgulayıcı bir hırsız-polis kovalamacası içinde bulurlar.


Tür:     Dram, Polisiye 
Yazar:  François Truffaut, Jean-Luc Godard
Kast:    Jean-Paul Belmondo, Jean Seberg

Breathless (1960) on IMDb


Öne Çıkanlar:

Düşmüş olduğumuz dünyada önceden belirlenilmiş, her hamlesi hesaplı hayatlarımıza karşı çıkışın özüdür varoluş. Varoluşun özünü kavrayan bilinç de kimilerine göre kaygı (Kierkegaard), kimilerine göre umursama (Heidegger), kimilerine göre başkaldırı (Camus), kimilerine göre de “bulantı”dır (Sartre). Özgürlük ise ancak bir bedel ödeyerek varoluşun bilincine varabilen pek azımızın ulaşabildiği bir durumdur. İnsan hayatını kendisine toplumun biçtiği rolleri iyi oynamaya çalışarak geçirdiğinde mutluluğu bulacağını düşünür. Oysa, bu çevresel belirlenilmişlik içindeki insan kendine “yabancı” hale gelir. Gerçek “ben”i bulmak için bu yabancılaşılan “kendi” ile yüzleşilmeli ve bu sırada da bir bedel ödenmelidir. Varoluşçu felsefenin yansımalarının zirve yaptığı bir dönemde Serseri Aşıklar’ı Truffaut’nun hikayesinden esen çeken Godard’ın farklı bir sorgulama yapması beklenemezdi. 

Belmondo’nun canlandırdığı Michel Poiccard (ya da taşıdığı pasaporttaki isimle Laszlo Kovacs) karakteri de dünyaya düşmüşlüğü içinde umarsız, kaygısız, hesapsız bir hayat sürmekte, gününü gün etmenin peşinde,  aldığı borçlarla ya da çalıntı araçların getirisiyle yaşamaktadır. Umursamazlığı o dercededir ki ne kendisini kovalayan polisi öldürdürmesini, ne cadde üzerinde bir aracın çarpması sonucu ölen kişiyi, ne de sevgilisinin kendisinden hamile olma ihtimalini umursamış, arkasına bakmadan, normal hayatına devam edebilmiştir. Ölüme olduğu kadar doğuma karşı da kayıtsızdır. Kayıtsızlığı neredeyse Camus’un Yabancı’sı Mersault ile yarışır seviyededir. Tüm hayatını sanki sinema sahnesinde rol modeli olan Humphrey Bogart olarak yaşamakta, çevresinde gelişen olaylara sinema seyreden seyirci umarsızlığı ile yaklaşmaktadır. Filmin bir sahnesinde Bogart’ın son filminin afişi “Harder they fall - Daha Sert Düştükleri Sürece (Türkçeye Şöhretin Sonu olarak çevrilmiş) ” ile karşılaştığında sanki kendisinin “düşmüş”lüğü ile yüzleşmektedir. 

İlk kez bir kadını umursadığında ise hayatı geri dönüşü olmayacak şekilde değişecektir. Michel’in aksine Patricia bir Amerikalı öğrenci olarak son derece önceden belirlenilmiş bir hayat yaşamaktadır; ailesi Sorbonne’da okuması için para göndermekte, Herald Tribune’ün Paris bürsounda çalışarak ek gelir elde etmekte, öğrenimi sonrası iyi bir kariyer ve gerçek aşkı bulduğu bir evlilik yapmayı planlamaktadır. Michel her hali ile bu planın bir parçası olamayacak kadar uzaktır aslında Patricia’ya. Zaten “çok saçma ama seni seviyorum” dereken, rasyonelliğin belirlediği çerçeve içine sıkışan insanlık haline karşı çıkan Kierkegaard’ın “inanıyorum çünkü saçma” argümanına gönderme yapar gibidir. Yine de bu aykırı oluş durumunu karşılıklı görmezden gelmek her ikisi için de heyecan verici olmaktadır. Michel bir noktada “ihbarcılar ihbar eder, …soyguncular soyar, …katiller öldürür, …sevgililer sever” diyerek kendisinin de parçası olduğu bu çizilip hesaplanmış hayatı tanımlar.  Patricia ile birlikte olma arzusu Michel’i etrafında daralmakta olan polis çemberine karşı duyarsızlaştıracak, elinde tuttuğu kaçabilme fırsatlarını kayıtsızca harcayacaktır. Sanki artık yönünü ölüme doğru çevirmiştir; bu noktada “sürekli ölümü düşümeye” başlar. Varoluşçu açıdan bakıldığında Heidegger seçimlerimiz ve yapıp-etmelerimizle belirlenen varoluşun özüne -paradoksal olarak- ölüm deneyimlenmeden varılamayacağını iddia etmişti; çevrenizde kaybettikleriniz bu deneyimlemenin gerçekliğini ancak bir yere kadar yansıtabilir. Bu nedenle de varoluşun bilincine erişmiş insanın tüm hayatı ölüme doğru yönelmiştir, her tür yapıp-etmelerin ardında o kaçınılmaz sona ilişkin bir hesap olsa gerektir.

Patricia polis baskısı altında önceden belirlenmiş hayatından -konfor alanından- çıkmaya cesaret edemediğinden Michel’i ihbar edecektir. Bu ihbar etme durumunu da basitçe bir “aşk testi” olarak yorumlar. Michel artık yolun sonuna gelmiştir; girdiği çatışmada vurulduktan sonra ölmek üzereyken dudaklarından belli belirsiz “la nausee” sözleri dökülür. Türkçeye “iğrenme” veya “tiksinme” olarak çevrildiğinden güme giden bu sözler aslında Sartre’ın 1938 yılında yazdığı ilk varoluşçu romanı “Bulantı”dan başka bir şey değildir. Patricia’ya söylenmiş olmaları ayrıca anlamlıdır. Michel duyduğu bu “bulantı” ile varoluşun bilincine varmış ve ölümü deneyimleyerek kendi varoluşunu tamamlamış mıdır?

Bunu bilemesek de, hayatının son günlerinde İsviçre’de kontrollü ölümü seçen Godard’ın kendi varoluşunu tamamlamayı yeğlediğini sanırım hayal edebiliriz.  


Ender Şenkaya

Ekim 2022







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Film hakkındaki izlenimlerim...