Yönetmen: Jean-Luc Godard İngilizce Adı: Breathless
Yapım Yılı: 1960
Hayatını herhangi bir bağlanma halinden azade olarak, küçük otomobil
hırsızlıkları ile kazanan Michel, ilk kez bir bağ hissettiği Amerikalı
öğrenci Patricia ile buluşmaya giderken, bir polisi öldürünce, iki genç
insan kendilerini varoluşu sorgulayıcı bir hırsız-polis kovalamacası içinde
bulurlar.
Tür: Dram, Polisiye
Yazar: François Truffaut, Jean-Luc Godard
Düşmüş olduğumuz dünyada önceden belirlenilmiş, her hamlesi hesaplı
hayatlarımıza karşı çıkışın özüdür varoluş. Varoluşun özünü kavrayan bilinç de
kimilerine göre kaygı (Kierkegaard), kimilerine göre umursama (Heidegger),
kimilerine göre başkaldırı (Camus), kimilerine göre de “bulantı”dır (Sartre).
Özgürlük ise ancak bir bedel ödeyerek varoluşun bilincine varabilen pek
azımızın ulaşabildiği bir durumdur. İnsan hayatını kendisine toplumun biçtiği
rolleri iyi oynamaya çalışarak geçirdiğinde mutluluğu bulacağını düşünür.
Oysa, bu çevresel belirlenilmişlik içindeki insan kendine “yabancı” hale
gelir. Gerçek “ben”i bulmak için bu yabancılaşılan “kendi” ile yüzleşilmeli ve
bu sırada da bir bedel ödenmelidir. Varoluşçu felsefenin yansımalarının zirve
yaptığı bir dönemde Serseri Aşıklar’ı Truffaut’nun hikayesinden esen çeken
Godard’ın farklı bir sorgulama yapması beklenemezdi.
Belmondo’nun canlandırdığı Michel Poiccard (ya da taşıdığı pasaporttaki isimle
Laszlo Kovacs) karakteri de dünyaya düşmüşlüğü içinde umarsız, kaygısız,
hesapsız bir hayat sürmekte, gününü gün etmenin peşinde, aldığı
borçlarla ya da çalıntı araçların getirisiyle yaşamaktadır. Umursamazlığı o
dercededir ki ne kendisini kovalayan polisi öldürdürmesini, ne cadde üzerinde
bir aracın çarpması sonucu ölen kişiyi, ne de sevgilisinin kendisinden hamile
olma ihtimalini umursamış, arkasına bakmadan, normal hayatına devam
edebilmiştir. Ölüme olduğu kadar doğuma karşı da kayıtsızdır. Kayıtsızlığı
neredeyse Camus’un Yabancı’sı Mersault ile yarışır seviyededir. Tüm hayatını
sanki sinema sahnesinde rol modeli olan Humphrey Bogart olarak yaşamakta,
çevresinde gelişen olaylara sinema seyreden seyirci umarsızlığı ile
yaklaşmaktadır. Filmin bir sahnesinde Bogart’ın son filminin afişi “Harder
they fall - Daha Sert Düştükleri Sürece (Türkçeye Şöhretin Sonu olarak
çevrilmiş) ” ile karşılaştığında sanki kendisinin “düşmüş”lüğü ile
yüzleşmektedir.
İlk kez bir kadını umursadığında ise hayatı geri dönüşü olmayacak şekilde
değişecektir. Michel’in aksine Patricia bir Amerikalı öğrenci olarak son
derece önceden belirlenilmiş bir hayat yaşamaktadır; ailesi Sorbonne’da
okuması için para göndermekte, Herald Tribune’ün Paris bürsounda çalışarak ek
gelir elde etmekte, öğrenimi sonrası iyi bir kariyer ve gerçek aşkı bulduğu
bir evlilik yapmayı planlamaktadır. Michel her hali ile bu planın bir parçası
olamayacak kadar uzaktır aslında Patricia’ya. Zaten “çok saçma ama seni seviyorum”
dereken, rasyonelliğin belirlediği çerçeve içine sıkışan insanlık haline karşı
çıkan Kierkegaard’ın “inanıyorum çünkü saçma” argümanına gönderme yapar gibidir. Yine de bu aykırı oluş durumunu
karşılıklı görmezden gelmek her ikisi için de heyecan verici olmaktadır.
Michel bir noktada “ihbarcılar ihbar eder, …soyguncular soyar, …katiller öldürür, …sevgililer
sever” diyerek kendisinin de parçası olduğu bu çizilip hesaplanmış hayatı
tanımlar. Patricia ile birlikte olma arzusu Michel’i etrafında
daralmakta olan polis çemberine karşı duyarsızlaştıracak, elinde tuttuğu
kaçabilme fırsatlarını kayıtsızca harcayacaktır. Sanki artık yönünü ölüme
doğru çevirmiştir; bu noktada “sürekli ölümü düşümeye” başlar.
Varoluşçu açıdan bakıldığında Heidegger seçimlerimiz ve yapıp-etmelerimizle
belirlenen varoluşun özüne -paradoksal olarak- ölüm deneyimlenmeden
varılamayacağını iddia etmişti; çevrenizde kaybettikleriniz bu deneyimlemenin
gerçekliğini ancak bir yere kadar yansıtabilir. Bu nedenle de varoluşun
bilincine erişmiş insanın tüm hayatı ölüme doğru yönelmiştir, her tür
yapıp-etmelerin ardında o kaçınılmaz sona ilişkin bir hesap olsa gerektir.
Patricia polis baskısı altında önceden belirlenmiş hayatından -konfor
alanından- çıkmaya cesaret edemediğinden Michel’i ihbar edecektir. Bu ihbar
etme durumunu da basitçe bir “aşk testi” olarak yorumlar. Michel artık yolun
sonuna gelmiştir; girdiği çatışmada vurulduktan sonra ölmek üzereyken
dudaklarından belli belirsiz “la nausee” sözleri dökülür. Türkçeye “iğrenme”
veya “tiksinme” olarak çevrildiğinden güme giden bu sözler aslında Sartre’ın
1938 yılında yazdığı ilk varoluşçu romanı “Bulantı”dan başka bir şey değildir.
Patricia’ya söylenmiş olmaları ayrıca anlamlıdır. Michel duyduğu bu “bulantı”
ile varoluşun bilincine varmış ve ölümü deneyimleyerek kendi varoluşunu
tamamlamış mıdır?
Bunu bilemesek de, hayatının son günlerinde İsviçre’de kontrollü ölümü seçen
Godard’ın kendi varoluşunu tamamlamayı yeğlediğini sanırım hayal edebiliriz.
Ender Şenkaya
Ekim 2022
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Film hakkındaki izlenimlerim...