İngilizce Adı: The Old Oak
Yapım Yılı: 2023
Geçim kaynakları olan maden kapatıldıktan sonra terkedilmeye yüz tutmuş
küçük İngiliz kasabasına Suriyeli sığınmacılar yerleştirilmeye başlanınca
yerel halk içinde gerilim artmaya başlar.
Tür: Dram
Yazar: Paul Laverty
Kast: Dave Turner, Ebla Mari, Claire Rodgerson
“Dünyanın bütün proleterleri! Birleşin...”
Karl Marx
Dünya tarihini şekillendiren en önemli olayların büyük savaşlar ve zaferler olduğu varsayılır. Bunda en büyük etmenin, zaferleri kazananların kendilerince uygun gördükleri şekilde yaşananları "tarih" adı altında kayıtlara geçirmiş olmaları olduğu büyük olasılıktır. Oysa makro ölçekte bakıldığında dünya tarihindeki asıl derin kırılmaların büyük göçler sonrası yaşandığı arkeoloji biliminin yadsınamayacak şekilde ortaya çıkardığı gerçeklerdendir. İnsanoğlunun en büyük göçünün de aslında -henüz nedeni anlaşılamamış olsa da- Afrika'dan çıkarak tüm dünyaya yayılması olduğu hatırda tutulmalıdır. Bir gün kaynaklarını tamamen tüketeceğimiz bu gezegeni terk etmemiz yine galaktik göçler yoluyla olacaktır; tabii ki eğer o seviyeye kadar ilerlelme başarısını yokoluş öncesinde gösterebilirsek.
Tarihin görece en büyük medeniyetlerini kurmuş Babilliler, Mısırlılar, Sümerler ve Hititler, deniz kavimlerinin göçleri sonucunda birer biree ve neredeyse eşzamanlı olarak yıkıldılar. Roma, Germen göçlerine ancak üç yüz yıl dayanabildi. Özünde Amerika kıtasının büyük Aztek ve İnka medeniyetlerinin yıkılışını tetikleyen de Avrupa'ya sıkışmış açlığını yağma şehveti ile gidermeye çalışan büyük kitlelerdi; kendilerine kaşif vb adlar verilerek meşrulaştırılmaya çalışılsalar da. Özünde açlık ve olası bir toplu kıyımın tetikleyeceği ve kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanların harketini dünyanın en güçlü orduları ile donatılmış en en ileri medeniyetleri bile durduramadı. Bugün artan nüfusunu beslemekte zorlananan ve genelde Batı eliyle çoraklaştırılmış dünyamızda, daha sık göç dalgaları ile karşılaşıyor olmamız şaşırtıcı değil. Belki de Ken Loach gibi her zaman emeğin ve emekçinin yanında durmuş bir yönetmenin olasılıkla son filmi olacak bir yapımı bu konuya ayırmış olmasının temel nedeni de bu tarihi dönüm noktasına gelinmiş olması.
Ortadoğu'da yeni bir devlet inşası amacındaki Batı'nın, müslümanları kendi içlerindeki bölünmüşlükleri körükleyerek Suriye'nin kuzeyinde bir otorite boşluğunu tetiklemesi sonucunda buna direnen Suriye rejimi ile oradaki boşluğu doldurma iddiasındaki radikal mezhep tabanlı örgütlerin arasında kalan halklar, yirmi birinci yüzyılın en büyük göçlerinden birisini başlattılar. Göç sonucunda şu anda büyük bölümü Türkiye'de olmak üzere diğer birkaç ortadoğu ülkesi ile Avrupa'ya yayılmış yaklaşık on beş milyon yerinden edilmiş insan ortaya çıktı. Batı pek çok zamanlar yaptığı gibi tampon olarak gördüğü ülkelerdeki işbirlikçi iktidarlar vasıtasıyla bu insanların önüne set çekme hamlesini yapsa da , halen yasadışı ve dolaylı yollardan mülteci akınına uğramaya devam ediyor. Loach'un daha romantik tarzda ele aldığı Umudunu Kaybetme'de işin bu kökensel boyutuna hemen hiç değinmemesi ve tüm konuyu göçmen-yerel halk çatışması bağlamında ele almasını eleştirme hakkımızı saklı tutarak filmin değerlendirmesine geçebiliriz.
Kapatılan madenlerinin ardından terkedilmeye başklanmasıyla hızla değer kaybeden Kuzey İngiltere'deki eski bir madenci kasabasının halkı, boş kalan evlere hükümetçe mültecilerin yerleştirilmesi sorunu ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. Farklı bir kültürün biçare insanları ile uyum sağlamalarının son derece zor olduğunu düşünen ciddi sayıda insan vardır. Zaten az olan iş imkanları her işi oldukça ucuza yapmaya razı bir kitle ile birleştirğinde yerel hayatın sürüdürlebilirliği açısından için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Endüstri devrimi sonrası "proleterlerin" en büyük gücünü oluşturan kitlesel hak mücadelerinin önünü kesme yolu olarak sermaye sınıfının, göç ve benzeri yollarla işgücü ithali etme yöntemini geliştirmesinin üzerinden neredeyse bir yüzyıl geçti. Dünyanın başka bir yerinde aynı işi daha ucuza yapacak işgücü mutlaka bulunur. Popülist kanunlar ile bu işgücü ithalinin önüne set çekildiğinde ise bu sefer üretim tesisleri daha ucuz işgücünün bulunduğu coğrafyalara doğru akmaya başlar. Bunu daha on dokuzuncu yüzyılda farkeden Karl Marx işte tam bu nedenle tüm dünya proleterlerine "birleşme" çağrısı yapmıştır; bu birleşmenin özünde de emeğin uluslarası bedelinin standartlaştırılıması fikri yatar. Bu yapılamadığı sürece dünyanın herhangi bir yerinde ezilmeye müsait kitleler her zaman olacaktır. Yerel-göçmen çatışmasının temelinde de bu olgu yatar; bir Kuzey İngiltere kasabasında ya da Kayseri ve Konya'da olsun neden değişmez. Sonuçta ortaya, birbirinden karşılıklı nefret ettiklerinden birleşip güçlenmeleri mümkün olmayan daha kolay yönetilebilir topluluklar çıkar, ucuz işgücünün sürdürülebilirliği temin edilir. Latince "proleter" kavramı da "üreyip bebek üreten" anlamına gelmektedir; işgücü bebekler üreterek de geleceğin üretim araçlarını garanti altına almalıdır.
Mülteciler arasında tek yabancı dil bilen Yara'nın, daha otobüsten inerken kendilerne tepki gösteren grubun fotoğrafını çekmesi, iki topluluk arasındaki gerilimi ilk anda arttırır. Doğu'da gayet normal sayılabilecek bir davranış kalıbı, Batı için kolaylıkla özel alana müdahale anlamına gelebilir. Duğu ile Batı'nını bir araya gelemezliğinin bir göstergesi gibidir. Burada dışarıya yansıtılan öfke de aslında sadece özel değil tüm hayat alanına yapılmakta olan müdahaleye duyulan öfkenin bir dışavurumundan başka bir şey değildir. Bundan sonraki olaylar da mültecilere destek olamaya çalışan ve bölgede kalmış tek sosyalleşme mekanı olan The Old Oak'un sahibi TJ ile mültecilere öfke duyan yerel halk çerçevesinde şekillenecektir. Filme isminin veren The Old Oak yani Eski Meşe aslında yıllandırılmış olmayı sembolize etmesi açısından ilginçtir.
Madenin kapatılması ile beraber devlet otoritesi de kasabadan çekilmiş gibidir. Taşkınlık ve çatışma anlarında bile başta polis devlet otoritesini gösteren hiçbir öğeye yer verilmez. Bu tekinsiz ortam pek çok insanı da katil olarak adlandırılan köpekleri beslemeye itmiştir ki, bunlardan birisi TJ'in sevimli köpeğinini sonunu getirecektir. Ne mültecilerin yerleştirilmesi sırasında çıkn kargaşada, ne TJ'in köpeğinin öldürülmesinde, ne de The Old Oak'un tahrip edilemsinde mağdurlar polise başvurmayı akla getirmezler. Herkes kendi başının çaresine bakma yolunu seçmiştir; yani Hobbes'cu bir bakışla kendi kendinin yargıcı haline gelmiş, yani "doğa durumu"na geçmiştir.
Yara ve TJ, romantik bir iyimserlikle konunun tarafları arasında bir çözüm yolu ararlar ve bunu Ortadoğunun kadim geleneği olan ekmeğin bölüşüldüğü sofralarda -yerel tabirle ifade etmek istersek Halil İbrahim Sofralarında- olacağını düşünürler. Bu şekilde başlayan iyimserlik ortamı baltalanacak olsa da sonunda tüm taraflar bir ölüm acısı sonrasında bir araya gelirler. Oysa gerçek dünyadaki kökenleri yüzyıllara dayanan derin ayrışma, Ken Loach'un bu naif iyimserliği ile giderilemeyecek kadar derindir.
Ender Şenkaya
Temmuz 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Film hakkındaki izlenimlerim...